29 Ocak 2012 Pazar

Hayat

Uysal kozalak kokusuyla kocaman bir çam ormanı. Yalınayak yürüyorum kim bilir kaç cinayete şahit olmuş çamların arasında, ayaklarıma batıyor iğneleri. Yine de yürüyorum, sırf kurumuş dalların çıtırtılarını duymak için. Sırf ölü olsa da sesi, ruhu olmasa da nefesi olduğunu daha derinden hissedebilmek için. Hayal değil, göz kapaklarımın ardında yaşıyorum bunu. Ayaklarıma batan çam iğnelerini tüm hücremde hissediyorum. Kanımın paslı kokusu geliyor burnuma, yoğun kirli... Dudaklarındaki kan tadını duyuyorum söylediğin her kelimede. Konuşmasan da söylediğin ninniler okşuyor ruhumu. Yalnız değilim bunca ağacın arasında. Buralardasın hissedebiliyorum, vücudunun soğuk titreşimleri sarıyor bedenimi de kollarını göremiyorum. Suyun sesi artıyor her adımımda, akıp gidiyor orada. Biz burada, yaralı ruhlarımıza bir darbe daha vurmaya çekinmeden savaşırken kendi şarkılarını söyleyerek ilerliyor kim bilir hangi denizin derinliklerine doğru. Nereye gittiğini bile bilmiyoruz. Bilsek değişir mi? Takip mi edeceğiz, arkasından mı gideceğiz sanki. Yalnızca akacak, aktığını bileceğiz asla bilincine varamadan. Bir gün kuruyacağını bilsek bile asla durmayacakmışçasına önemsemeyeceğiz söylediği şarkıyı. Asla bizim olmayacak nehrin temiz suları. Biz burada, bu ormanın en karanlık köşesinde kendi kanlarımız tükenene kadar pas kokusuyla savaşacağız, nehrin sıcaklığını yadsıyarak. Hiç kimse kurtaramaz bizi biliyoruz. Ama umut bu ya, nehrin sesi yükseldikçe daha hızlı koşuyoruz, nehre paralel koştuğumuzu bilmeden, bulacakmış yakalayacakmış gibi... Ancak kuruduğu zaman, toprağa karıştığı zaman bileceğiz kıymetini....................

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder